30 Nisan 2013 Salı

Leyla Trabelsi / Tunus Benim Sanmıştım !



Giyim, kuşam, saç, baş, makyaj kısacası tarz dediğimiz şey karşımızda ki kişi hakkında bize ne derece fikir verebilir, o kişinin kodlarını bu şifrelerle ne kadar doğru çözebiliriz? Bütün bu özellikler bu kişiyi doğru okumak için ipuçları barındırır mı? 

Bazen şöyle oluyor, bir kişiyi tarzı açısından beğeniyoruz, olumlu anlamda benimsiyoruz, eh kendimize yakın da hissediyoruz. Ama  bir de ne görelim, o kişi tarzının bize yansıttığı kişi değilmiş.
Şimdi aşağıda çizeceğim kadın portresini bu açıdan okumanızı arzu ederim.
Giyim, kuşam, saç, baş hikayeleri ve yanılgılar üzerinden!

Hikayemizin ana kişisi Leyla Trabelsi. Tunus'un devrik lideri Zeynelabidin Bin Ali'nin eşi.


Leyla : "ne yaptıysam halkım için"


Tunus'u yirmi üç yıl boyunca canlarının istediği gibi yöneten Zeynelabidin Bin Ali ve karısı Leyla Trabelsi'nin  öyküsü ibretlik.

Asıl mesleği kuaförlük olan Leyla Trabelsi (Trablusi),1987'de bir darbe ile iktidarı ele geçiren Zeynelabidin Bin Ali (bundan böyle Zeynelabidin diye anılacaktır) ile tanıştığında eline nasıl bir fırsat geçtiğini, bu fırsatla ileri ki hayatında ne tür entrikalar çevirebileceğini muhtemelen hissetmiştir.

Bu kadınlar böyledirler, gücün, paranın ve kendi ihtiraslarına merdiven olacak o beyinsiz erkeğin kokusunu hemen alırlar. Bu kural bir kez altı çizilerek belirtildikten sonra şu pespaye hikayeye şaşırırsak yuh olsun bizlere!



Çok seviyorum Leylaa!


Tanışmalarının ardından bir süre beraber yaşayan Zeynelabidin ve Leyla birbirlerinin yeteneklerini çok çabuk keşfetmiş olmalılar; kadın hırsızlık, kayırmacılık, akrabacılık (nepotizm), gösterişçilik  üzerine çalışırken adam istihbarat, işkence, baskı rejimi gibi konularda uzmanlaşıyor ve arada birbirlerinin konusunu çalışıyorlardı.

 Bu arada Leyla’nın evlenmelerine karşı çıkan Zeynelabidin’in iki arkadaşını öldürttüğü, otuz yıl boyunca polis şefliğini üstlenen yakın arkadaşı Ali Şeriati (aynı isimdeki diğer Ali Şeriati için ne hazin benzerlik) ile epey karanlık işler karıştırdığı ve Mossad için çalıştığı da söylentiler arasında.


Haza hanımefendi Leyla



Sonrasında şartlar da yayla gibi müsait olunca Leyla ve Zeynelabidin’in hırsızlık ve baskı şebekesi örümcek ağı gibi Tunus’u sarmıştır. Artık yağma, vurgun, rüşvet ve adam kayırmaca sıradan olaylar sayılmakta, Trabelsi  ailesinin egemenliği her alanda hüküm sürmektedir. Leyla’nın zeka ve karakter bakımından diplerde sürünen ama hırs ve aç gözlülükte sınır tanımayan on kardeşi, çekirge sürüsü gibi yeğenleri, onların damatları… Gittikçe genişleyen halkalardan oluşan akraba sürüsü artık Tunus’un bünyesine kene gibi yapışmıştır.


Halkı için çalışan Leyla





Bu arada aile işin doğası gereği uygun ittifaklar yapmakta kızlar ülkenin ileri gelen aileleri ile evlendirilmekte, damatlar iş bilir hanelerden seçilmektedir.

Git gide para gani, komisyon duruma göre yüzde yetmiştir. Para aktıkça akmakta ama göz doymamakta, karlı görülen her işletmeye yancı olunmaktadır. Bilenler ülkeler bazında böylesi çapta bir hırsızlık ve suistimalin  görülmemiş olduğunu, Bin Ali, Trabelsi  ve damatları olan Materi ailelerinin Tunus ekonomisinin yüzde otuz beşini kontrol ettiğini söylüyor. Bankacılık, tekstil, otomotiv sanayi, inşaat sektörü yetmezmiş gibi yerel marketlere bile hissedar olma açgözlülüğü, Leyla’cığımın histeriye varan lüks merakı ile birleşip, işsizlik, yoksulluk ve baskı üzerine tuz biber olunca o isyan etmez sanılan Tunus adamı kendini ateşe atar.

Şimdi Leylagillerden başka bir  karaktere geçiyoruz.

Adı Muhammed Buazizi; Sidi Buzid kentinde doğmuş, yetim, yoksul ve okutmak zorunda olduğu kardeşleri, bakmak zorunda olduğu bir ailesi var. Kendisi seyyar satıcıdır.

 O gün aslında her zaman olduğu gibi zabıtalara yakalanmış. Zabıtaların derdi rüşvet almak, veremeyeni sıkıştırmak. Dayısı zabıtalarla anlaşıyor ama içlerinden bir tanesi ki ismi Faide, daha fazlasını istiyor ve Muhammed’in tezgahına el koyuyor. Muhammed’in arabasında arkadaşından ödünç aldığı ve canından fazla değer verdiği elektronik bir baskülü var, ille de onu vermeyecek, derken kapışırlar. Zabıta Muhammed’e tokat atar, yüzüne tükürür. Herkesin içinde!
Ah Muhammed! Herkesin gözü önünde utancından yerin dibine geçmiş cevap veremediği için kahrolmuştur.

Sonrasında Muhammed defalarca yetkili makamlarla konuşmaya, derdini anlatmaya, şikayetini dinletmeye çalışır. Ama bin yıldır sağır olmaya alışkın bir kulak bir günde duyacak değildir elbette.

 Artık Muhammed’e düşen yanmaktır. Birdenbire, cayır cayır, tüm varlığı, öfkesi ve bedeni ile.
Şehrin göbeğinde  kendini ateşe verir Muhammed.





Sidi Buzid kenti ayağa kalkar, cenazesine 5 bin kişi katılır. Buaziz oğullarından Muhammed artık başkaldırının, insan onurunun bayrağı olmuştur.

Muhammed ölür, testi taşar. Ilıman , munis, hayatta başkaldırmaz diye bilinen Tunus insanı asla yapamaz denilen şeyi  yapar, başkaldırır.


Muhammed Buazizi'nin Annnesi






Bizim gözlerimiz yaşarır, ancak bunu yapabiliriz. Çok çok Muhammed yanarken televizyonumuzun sesini biraz daha açarız.

Muhammed’in ateşi Mısır, Tunus, Libya’yı yakarak daha çok uzaklara doğru yayılacaktır.
Ey okuyucu inan bana bu konuda kum kadar çok söyleyecek söz, uzun uzun anlatacak sürüyle mevzu var; Leyla ve Zeynelabidin’i islamın aydınlık ve çağdaş yüzü diye tanımlayıp korkunç rejimlerine göz yuman batılı dostları en başta olmak üzere.

Ancak yazar basit bir blogger olduğunu ve ana temasının stil, bakım, güzellik gibi fani konuları içerdiğini unutmadan kendisinin merakını uyandıran esas meseleye demir atıyor.

Leyla Bin Ali Trabelsi, ’’Kartaca Kraliçesi’’ diye anılan ancak bu fakire sorsanız başka bir çok  korkunç nitelendirmenin yanında ancak ‘’Entrikalar Sultanı’’ sıfatını hak eden bu kadının yüzüne bakmak ve yaptıklarını neden yapabildiğini, onları yaparken kullandığı tüm o hayat tarzı elemanlarının işlevini (makyajı, giyimi, kuşamı, süsü püsü vs.) anlamak istiyor.

Aslında bütün bunları anlamaya çalışırken kendi yanlış algısı ile ilgili bir gerçeği fark ediyor. Bütün o Leyla resimlerine  bakarken bu dikta kumrusunun daha zevk fakiri, işte ne bileyim daha kokoş, rüküş falan olması gerektiği kanısına  kapılıyor. Sanki  giyim, kuşam , saç baş hikayelerinin doğru seçilmiş olması  o kişinin hayatın diğer alanlarında dangalak olmasını engellermiş gibi.







Bu konu üzerine uzun uzun düşünülecek diyerek Leyla konusuna devam ediyoruz.

 Aslında ne yazık ki Leyla Hanım’a şöyle tarafsızca baktığımızda  hiçte fena görünmediğini itiraf etmek zorundayız. Belki de kuaför geçmişi saçına başına bakmasına, bu işlerden biraz olsun anlamasına neden olmuş olabilir. Ortadoğulu kadınlarda sıkça rastladığımız bir merak olan kaşlarda dövme, eh dozunda sayılabilecek daha çok yetmişlerin kahve tonlarının kullanıldığı bir makyaj, yahu pek de kötü durmayan "çağdaş" kıyafetleri,  yerli yerinde kullanılan  ağırbaşlı inciler ve tüm bu çerçeveye eşlik eden gayet oturaklı bir ‘’haza hanımefendi’’ hali.

Ama asıl o kararlılık, o sanki doğuştan asilmiş de duruşu, o aslında "şu civarda gördüğünüz her şey benim ve hepinizin canına okuyacağım" bakışları.

Devlet gibi kadın Leyla



Leylamız kamusal alanda, diyelim ki fotoğraf ve görüntü verirken, ya da yabancı misafirlerini ağırlarken düpedüz  oynuyor, hem de ne oynamak, adeta döktürüyor. O ağır abla halleri, vakur ve edalı yürüyüşü, başını yavaşça çevirerek gözlerini ufka dikmesi.

Ama günlük hayatta ki gerçek Leyla çürük diş gibi sırıtıyor. Daha çok video görüntülerinden anlıyoruz ki Leylagiller aslında sürekli bir cümbür cemaat, harala gürele durumu, ipe sapa gelmez muhabbetler cıvıldaması, kaba saba yeme içme halleri, özenti hareketlerle bir kakara kikirinin tavan yapmış hali. Özel hayatında asıl  ilginç olan ise yine yüzündeki ifade; şen şakrak, zevkten iri açılmış küçük çocuk bakışları, "hadi bakalım sırada ne var, şimdi ne muziplik olacak, hadi bekliyorum amaa" diyerekten, sevinçten yerinde duramama, bir o yana bir bu yana seğirtme halleri.




Leylalar Washington'da

Şimdi şu fotoğrafa bakın ve Leyla’yı merkez bankasının kapısına dayanarak  külçe külçe altınları (bir buçuk ton altın kaçırdığı tahmin ediliyor)  özel uçağıyla İsviçre kasalarına istif ederken hayal edin. Siz daha hayal ede durun kendisi bunu yaptı bile.



Leyla'yı "çık altınları başkan" derken hayal edin





Leylaların yaşam biçimine dair diğer kardeş diktatör hikayelerine epey benzer öğeler mevcut; sarayda kaplan beslemeler (mubarek kaplan da günde dört tavuk yiyormuş, hangi birine şaşarsın), kara büyü için Senegallerden büyücüler getirtip evde kertenkele yakmalar ( bu bilgi emektar uşak sallaması olabilir zira eski hizmetkarın anıların epey yüklü  bir  miktara Fransız yayın evine sattığı söyleniyor, ama bir yandan olmayacak işte değil hani), Fransalardan uçakla tatlı getirtmeler.


Leyla'nın lüzumsuz süs eşyaları



Lüks düşkünlüğü hep aynı (of of çok sıkıcı) Cadillac, Bentley, Lamborghini arabalar, korkunç kürk mantolar,altın kaplama şahin gibi anlamsız süs eşyaşları,  İmelda Marcos'tan vasiyet kaknem ayakkabı mezarlığı, lüks süitlere doyamamalar, parmaklara on milyon dolarlar takıştırmalar, limuzinlerin biri gitsin biri gelsin, aman sabahlar olmasın. İşte hep aynı hikaye...


Kokoş ayakkabılar


Şimdi bu fotoğrafa bakın ve Leyla’yı Tunus’ta kalmak için direnen kocasına  “bin şu uçağa seni geri zekalı” derken hayal edin.


Leyla ve Zeynelabidin mutlu çift



   

Halk ayaklanması ile devrilen ilk Arap diktatör sıfatını alınlarının teri ile kazanan Leyla ve Zeynelabidin artık Tunus’tan kaçmaktadır, uçağın burnunu Paris’ten yana çevirirler, ama oda ne!  Kadim dostları, beraber yiyip içtikleri Sarkozygiller "başka kapıya" havasındadırlar. İtalya, Malta derken Leylagiller gide gide en sonunda nereye konar dersiniz. Yıllarca ‘’ ayol bizim sizlerle ne alakamız var gayet tabii ki ayrı dünyaların insanlarıyız’’ diyerek uzak durmak için çok özen gösterdikleri Suudi Arabistan’a!


‘’Gerekirse Tunus'u yakarım’’





Artık Suud’ların insafına kalan Leyla’mız en vurguncu ve en sevdiği yeğenlerinden biri olan İmad Trabelsi’nin öldürüleceğini anlayınca  Tunus’lu bir işadamını gizlice arayarak tehditler savurmaya devam eder.
Çünkü Tunus hanımefendinin babasının malıydı!


İmad Trabelsi kıyafet balosunda


İmad Trabelsi ölüme giden yol



Ama Leyla İmad Trabelsi’nin öldürülmesine, malikanesinin yağmalanmasına engel olamaz. 
Şimdi bunalımda olduğu söylenen ( koskoca Leyla, olacak iş değil duy da inanma ) eskinin "Kartaca Kraliçesi" şimdi artık kafese tıkılmış bir kaplan.
Süreç nasıl işleyecek hep birlikte göreceğiz. Ancak bütün o kaçırdığı varlıklarla epey bir idare edeceğini varsayabiliriz.
Ama gelecek günlerin  Leylagiller için nasıl işleyeceğini kim bilebilir?


26 Nisan 2013 Cuma

Çatıdaki Pencere


Ah Saramago, seni bu denli geç keşfettiğim için utanıyorum!

Gerçi yazarlık becerileri konusunda  öz güveni tam oturmamış genç bir insanı cevap vermeye bile tenezzül etmeden tam kırk yedi yıl bekleten o sorumsuz yayıncıların yanında benim gecikmem nedir ki? Karısı Pilar'ın söylediğine göre kitabın bulunduğu haberi geldiğinde Saramago traş olmaktaymış, "öyle mi?" demiş ve "siz rahatsız olmayın, ben almaya gelirim" yayın evinin ısrarlı basım tekliflerini ise reddetmiş Saramago.
Bana kalsa bu şekilde davranarak ızdırap, güvensizlik, kuşku ile geçirdiği o belirsiz yılların acısını kendince çıkarıyordu. Kitabın evde ki ismi "zaman içinde kaybolan ve bulunan kitap"mış. Herhalde Saramago çevresinin onca ısrarına karşı kendi kitabına karşı mesafeli davranıyordu ki kitabın çağırdığı anılar onu
daha fazla acıtmasın.

Jose Saramago - Çatıdaki Pencere



Kitabı yazdığında henüz yirmili yaşlarında olan Jose Saramago, 1940'ları anlattığı Portekiz'in Lizbon'un da henüz kabul edilmiş bir seçkin, ya da gelecek vaat eden parıltılı bir edebiyatçı değildi. Üniversite eğitimi almamıştı, soylu ve zengin olmadığı gibi, ailesi Portekiz'de tanınan insanlar değildi ve kekeliyordu! O hem bu çıkmazları bir şekilde çıkar hale getirmeye hem de sular seller gibi yazmaya yazgılı bir adamdı.
Bütün bu hikayeyi benden önce ayrıntısı ile bilenler çoktur kuşkusuz. Ancak meşhur mesel de ki adam gibi "ben yeni duydum" bir kör dolabın dibinde, unutulmaya mahkum ettikleri değerli hikayelerin üzerinde oturan insanları. Bir "evet" ya da "hayır" a bakar bu iş yahu. Ama o "hayır" kitaptan bir iş çıkacağı tahmini ile söylenmedi, o "evet" ise kitabı yayımlamaya cesaret edemedikleri için. Arada kaldılar, kendilerini sağlama aldılar. Biraz bizim Oğuz Atay'ı görmezden gelenler, suskunlukla cezalandıranlar gibi.

Bu konuyu geçerek kitaba geliyorum, "Çatıdaki Pencere" kendini okutan, okuyucuyu yanına çağıran bir kitap. Kitap ile okuyucu arasında ki bağ nasıl kurulur. Bazen ilk sayfa da, bazen epey ileri de. Kitapta ki karakterleri tanırsınız, hikayelerini öğrenmeye başlarsınız ve yavaş yavaş merak duygusu içinizi kaplar. Eğer bu bağ iyi kurulduysa her mola da aklınız kitabınızda kalır, tekrar elinize almak istersiniz, bir aşinalık duygusu oluşur, yakınsınızdır. Beraber nefes almaya başlarsınız, aynı tempoda.
Çatıdaki Pencere'de bana böyle oldu, kitapla beraber yürümeye başladım ve nefes almaya, daha başka birçok iyi kitapta olduğu gibi. Diğer yandan hem her satırını, sayfasını özümsemek hem de sevilen bir yiyeceği tadını çıkarır gibi kitabı ağırdan alarak okudum.

Çatıdaki Pencere'ye başlar başlamaz bir film geldi aklıma "Piano Piano Bacaksız". Kemal Demirel'in "Evimizin İnsanları" kitabından uyarlanmış, Tunç Başaran yönetmenliğini yaptığı; eski bir konak, her odasında başka bir aile ve onların hikayesini anlatan. 
Çatıdaki Pencere'nin de mekanı  Lizbon'da bir apartman ve her dairede yaşayan insanların farklı yaşam savaşları, farklı ilişkileri, farklı sevme biçimleri var.


Jose Saramago


Kitaptaki bir günlükten tarihi anlıyoruz: 19/3/52

Kitapta neler var? Saten kadınlar var, metreslik kurumunu devam ettiren ve gündüzleri tayyör giyen,  sonra birden yaşlandığını hissediveren ve yüzüne ciddi bir ifade vermek için yıllarca çalışan erkekler var, huysuz ve sabah saçını toplamaya bile üşenen tembel kadınlar var ve niye kavga ettiğini bilmeyen, kaçırdığı kısmetleri tek tek hatırlayıp sayan kadınlar var bir de sürekli futbolcu resimleri toplayan, ulusal takım seçen, futbol istatistikleri toplayan adamlar var.


Kitapta anlatılan bir aile var kadınlardan oluşan, aile içinde ki bir fikir ayrılığı bana ülkemizde yaşanan bir tartışmayı hatırlattı; Fazıl Say'ın klasik müzik dışında ki bazı müzik türleri için sarf ettiği olumsuz sözleri. Nereden nereye! Anlatacağım.

Kitapta dört kişilik klasik müzik tutkunu bir aile var biri hiç evlenmemiş teyze, kız kardeşi ve onun iki kızı. Şimdi parasız da olsalar eğitim seviyeleri yüksek, görmüş geçirmiş, kültürlü insanlar. Her bir notayı, tizleri, pesleri en derinden bilip tutkuyla kavrıyorlar. Ve bu müzik tutkularını öyle ifa ediyorlar ki  insan saygı duyuyor. İşte bu kadın familyası bir akşam masanın çevresinde oturmuş klasik müzik dinlerken yan daireden o yeni nesil Amerikan yaşam tarzı hayranı genç kız caz müziği dinlemeye başlar. Kadın familyasının adeta kanı donar "bu da nedir böyle"?  Sinirlenir, müziğin sesini yükseltirler, sonunda cazcı kız yenilir. Bu vesileyle kadın familyasında bir tartışma başlar, bu ne kötü bir müziktir böyle, bunu kim, nasıl dinleyebilir? Biraz da abla istibdadından bıkmış olan kız kardeş sorar "bana neyin iyi neyin kötü olduğunu bildiğini söyleyebilir misin? Biri nerede bitiyor ve öteki nerede başlıyor?"

Bizde ki tartışmaya ne kadar benziyor değil mi? Üstelik bir vakitler batıda küçümsenenin de caz müziği olduğunu (günümüzde caz müziğini halen tamama tutmayan kaldı mı bilmiyorum ) dikkate aldığımızda bizim de bir nevi cazcımız olan  Müslüm Baba'yı neden başka yere koyduğumu anlamış olursunuz. Ama konuyu dağıtmadan Fazıl Say gibi bizim müzik seçkinlerimiz ile Saramago'nun kitabında ki kadın familyasının düpedüz aynı lisanla, aynı argümanlarla kendi beğendikleri müzik ( ya da aslında yaşam tarzını ) dışında kalanları küçümsemeleri dikkat çekici.

Ah, aslında Fazıl Say'ın yüreğinin bir tarafıyla da Müslüm Gürses'i anladığını tahmin ediyorum. Ancak Türkiye'de yıllarca öyle bir faşizan eğitim tarzı uygulandı ki Fazıl Say ve takipçilerine laf anlatmak deveye hendek atlatmaktan zor.

 Kitapta daha neler var dersek, aile denen "cennet" ve "cehennem", deneyimler, çatışmalar, yakan kavuran tutkular, anlaşmazlıklar, derin sevgi var sonra insanın insana duyduğu ve derin nefret!
Saramago ölesiye "anlıyor" ve anladığını o denli rahat "anlatıyor" ki okuyucu açısından kitap bütün derinliğine rağmen su gibi okunuyor.

Kitaba doğru uzanmak var, kitaba "arkadaş anladım galiba seni" der gibi  gülümsemek var. Yazar böyle yaşar gibi, su içer gibi, sohbet eder gibi yazdığı için  öyle de okumak var. Onu yıllarca sessiz bir unutuşa mahkum edenlere inat Jose Saramago var, dünya var oldukça konuşacak olan.


Kitapta umarsız, aslında kendi öyle istediği için çaresizce çirkin bir Justina var. Ben onu Anjelica Huston oynasın isterim. Jack Nicholsan ile beraber oynadığı "Prizzi'leri Onuru" filminde ki  simsiyah göz altlarıyla ile nasıl da yakışır.

Anjelica Huston





Kitapta sık sık adı geçen "napperon" denen "tabak altlığı" ya da "kapak" olarak çevirebileceğimiz bir el işi türüne göz atalım.



vintage napperon




Kitabın Ortasından diyeceksek eğer, kocasından ölümüne şikayetçi Carmen'in bölümünü seçtim ben.







Okumam boyunca fon da hep fadolar çaldı, malum fado Portekiz halk müziği. Sizler için iki kadın fado şarkıcısı seçtim.

Eskilerden Amália Rodrigues Fado Português diğeri yeni nesil Mariza.



Amália Rodrigues Fado Português





Aslen Mozambikli Lizbon doğumlu ünlü Fado şarkıcısı Mariza



32. İstanbul Film Festivali - Ardında Kalanlar


 Festival kitapçığı çıktığında benim için kış sona ermiş demektir; tünelin ucu görünmüş, bir mevsim bitmiş diğeri başlamıştır. Artık kara da ölüm yoktur ve aslında film zamanı gelmiştir. Sinema sanatı için hissettiklerimi ise anlatmak uzun sürer ancak daha koltuk arama aşamasında büyü başlar benim için. Hele festival filmlerinin oynadığı sinemalar kötü olduklarına bile iyi olurlar. Mesela Feriye sinemasının alt salonunda ki eğim o kadar azdır ki alt yazıları okuyabilmek için kuğu gibi boynunu uzatan şahıslarla dolu olur salon ama olsun Feriye Feriye'dir ve her türlü lüksüne rağmen Nişantaşı Ctiys'den başkadır. Hissettirdikleri için düzenleyenlere, emektarlarına selam olsun. 

 Tabii kitapçığı elime alır almaz film seçme telaşı da başlıyor; tanıdık yönetmen arama, yenilere şans verme, bildik oyuncularla tekrar selamlaşma, ilgi çekici konuları olanları ayıklama.

 Her bir filmi okuyup tema, yönetmen, oyuncu, vs göre sınıflandırıyor, görmek istediklerimi kitapçığın içinde bulunan çizelgeye işaretliyorum. Ama ayrıca da kendime göre filmlerle ilgili notlar aldığım başka bir ajandam oluyor. İşte bu sene  ilk hafta filmlerle ilgili okuyup not aldığım ajandamı kaybettim ve bu işlemi tekrar yapmak zorunda kaldım.



Yaz, boz, çiz - festival çizelgesi

 Ama ikinci listeyi de pek verimli kullanamayınca başka yöntemler belirledim. Her akşam İKSV'nin festival sayfasından ertesi günkü filmleri kategorize ettim ve bir filme bilet bulamama durumu için görebileceğim yedek filmleri not ettim. Yahu bu bildiğin iş! Biz sinemaya zevk için gitmiyor muyduk dediğim de olmadı değil ama bu işin içinden başka türlü de çıkılmaz diye düşünüyorum. Her türlü organize olacaksın. Yoksa öyle elini kolunu sallaya sallaya gidince ya hiç alakasız bir filmde buluyorsun kendini ya da kös kös geri dönüyorsun.

Anadolu yakasından Avrupa Yakası'na keyfi bir iş için çok fazla geçmiyorum (gerçi Üsküdar Beşiktaş arası deniz yolculuğu o denli zevkli ki laf olsun diye bile geçtiğim olmuştur). Ama seçtiğim filmleri izlemek uğruna festival süresince Rexx, Atlas, Beyoğlu, Pera arası bildiğin tur attım.

Gelelim  filmlere. Ben ilk hafta çeşitli nedenlerle yeterli film seyredemedim. Son an bileti bekleyen kuyruk seyircisiydim anlayacağınız ama bunun zevki de heyecanı da başka. Atlas'ın  önünde bilet beklemek, fazla biletlerini satanların etrafında çember oluşturmak (bilet kapmak için çevik ve hızlı olmak gerekiyor, olayı tam çözüyorsun festival bitiyor), Feriye'den çıkıp Nişantaşı Citys'e yetişmek için orada tanıştığın başka festival kadınları ile taksiye atlamak, trafik sıkışınca taksiyi sepetleyip nefes nefese yokuşu tırmanmak... O sırada filmlerden konuşmak, referans almak, ahbaplık etmek. Şahenedir. Sonuçta bu filmi izlemek için değerdi dediğim de oldu, yahu bu ne şimdi dediklerimde ve kaçırdığım çok film var kuşkusuz. Bazılarını bilgisayardan indirip izlemeyi düşünüyorum ki bunların arasında ful çakan Lizbon'a Gece Treni'de var,  aynı şekilde Hipnozcu ve Yarım Kalan Hayat'da.


Ancak blog yazmaya başlarken bir karar almıştım ben, öyle her konuda yazmayacaktım, yazılarımın bir ana teması, aslında bir ekseni olmalıydı. Kitaplara bir dereceye kadar mesafeli duracak, filmleri belki görmezden gelecek, yemek, gezi yazmayacak daha çok tarz, duruş, kim neyi neden giymiş ve bunu neden yapmış, ne takmış, ne sürmüş de sonuç bu olmuş (moda demiyorum bakın) üzerinde duracak, beğendiğim, kullandığım kozmetik ürünlerini paylaşacaktım. Sağlam nedenlerim vardı kuşkusuz ki onu da başka zaman anlatırım.
Ama gördüm ki kurallar iptal etmek için var ve kitap, sinema eleştirileri yazarken aldığım haz tavan yapıyor ve geri dönüşleri çok iyi (burası benim yerim kardeşim canım ne isterse yazarım moduna da girdim sanırım). O halde devam diyorum ama gezi fotolarını da şimdilik sadece instagramda yayımlıyorum.


Bu kadar laf kalabalığı yeter diyerek, artık  filmlere, o filmlerden beni etkileyen karelere, diyaloglara, müziklere kısaca paylaşımlara gelmek istiyorum.



                                                           
Gördüğüne İnan
                                                             

Ben filme bu kareyle tav oldum, panorama'da görünen kırsal, kadının bej pardösüsü bana bir şeyler vadetti ve vaatler gerçek çıktı.

Biri iyi diğeri kötü ikizler metaforunu kullanan, yönetmen Mike Figgis, filmde ki dijital numaraları kendi  Conan marka  fotoğraf makinesi ve macintosh marifeti ile yapmış ve acayip başarılı olmuş. Ama siz esas kızımıza bakın ve bence daha da iyi bakın. Yahu bir de erkek oyuncu tuhaf bir şekilde Fuat Keyman'a  benziyordu.



                                                                                   Lotte Verbeek


Eskilerin vamp kızıllarını andıran  Lotte Verbeek filmde gizemli ve kışkırtıcı bir kadını canlandırıyor.  Saçı, başı, makyajı harika ve bu ince çalışma filme tartışmasız katkı da bulunuyor.  Nothing Personal ve Borgias' dan aşina olabilirsiniz.


Kuzeye Giden Yol



Vesa Matti Loiri - Keikat 


Film için koşturduğuma bir saniye bile beni pişman etmedi bu film. Bunda en önemli etken kuşkusuz Finlandiya'nın en meşhur şahsiyet ve müzisyenlerinden Vesa Matti Loiri oldu. Film için biçilmiş kaftan ve harika bir sesi var.  Bir nevi bizim Tanju Okan'ın aynı zamanda komik olanı. Mika Kaurismaki filmin yönetmeni.  Enteresan bir kişilik, Aki isminde bir de kardeşi var beraber film çektiği. Brezilya müziğinin dibini bulmuş, belgeselini yapmış, şimdi de Rio De Janeiro'da bar işletiyormuş. Saygı duydum!





Filmde baba oğulun bardan kadın kaldırdıkları sahnede yaptıkları müzik şahane.



Ölü ve Mutlu

Filmdeki kadın karakteri oynayan Roxana Blanco müthiş, film onun hatırı için gitti zaten.
Sanırım senarist ve yönetmenler kiralık katillerin hayatlarını pek anlatılası ve orijinal buluyorlar hadi öyle olsun ama ahlaki doğruları birbirleri ile karşılaştırırsak ancak öldürdüğü ilk adamın adını  hatırlayınca  huzur içinde ölebilen adamımız kiralık katil Santos, kara köpek Walter'a sırf çenesini beğenmediği için yavrularını da dahil ederek yıllar süren bir kinle soykırım uygulayan çiftlikteki babaya göre neden daha dokunulmaz ya da anlamlı bir hayat yaşamış olsun ki?


    Roxana Blanco
                                                                            

Sadece ıslıklı bir Santos veya Allehandra diyebilmek için İspanyolca öğrenmek gerek. Filmin sonunda  katil Santos'un kahramanlıklarını anlatan  yerel bir müzik vardı ağız mızıkası ile çalınan ki pek eğlenceliydi doğrusu.  





                                                            Çocuk Pozu

 Romanya yapımı film travmatik bir anne oğul filmi. Çocuklarına delice düşkün ve sevgisi ile boğan anneler seyretmeli. Yahu oğlunun kaza ile öldürdüğü aileye başsağlığına giden anne ölen  çocukla ilgili konuşmak yerine bır bır kendi koca dana oğlunu anlatıyor; yok iki yıl artistik patinaj dersi aldırmışmış da, yok çocukken şöyle tatlıymış da, bu denli kendi çocuğuna dönük, başkalarına karşı empati yoksunu bir anneye olan tepkimi ancak "yuh" diyerek ifade ediyorum .



Çocuk Pozu 




Film sayesinde bir  meseleye daha vakıf olduk ki belli bir yaştan sonra kadınların kokoşluğu hala daha abartıyor olmaları kötü bir izlenim yaratıyor. Fönlü saçla üç gün yatmalar, kartal pençesi manikürlü tırnak, tak takıştır. Bir saatten sonra yok yani, gideri yok. Sadeye bağlamak gerek.

Filmdeki  Olga Çerkes isminde bir teyze karakteri var. Çerkes sürgünün izleri ile karşılaşmak birden. Tarih peşinizi bırakmıyor gerçekten de.


Çocuklarım


Emilie Dequenne

Dağıttı bu film beni, keşke gitmeseydim dediklerimden. Kadın çaresizliği, çocuk yetiştirirken yalnız kalan kadın, emanet ata binen tez iner savını doğrulayan ekonomik bağımlılık durumları. Nerede yaşamalı ve çocuk yetiştirmeli, doyduğun yer mi, doğduğun yer mi, zengin ama sıkışık mı, yoksa rahat, derbeder ama geleceksiz mi? Konu iyi ama belki daha iyi anlatılsaydı.

Kuru Gürültü



Kuru Gürültü çağdaş bir Shakespeare uyarlaması





Joss Whedon filmi on iki günde çekmiş. Festival kitapçığında film için karanlık, absürd ve kimi zaman seksi gibi ifadeler kullanılmış. Yahu hiç biri değil bence. Shakespeare uyarlaması, kadın erkek ilişkilerinin değişmezliği nedeni ile son derece güncel ve komik bir film.

Ama ne uyarlama, Shakespeare İngilizce'si  Türkçe'de şahane karşılık  bulmuş ki çevirenleri tebrik ediyorum. Aslında orijinal  Shakespeare metnini duyunca "eyvaaah" dedim. Ancak hemen sardı film, hele iki sivri zeka Amerikan polisi apartması "kolcu " tiplemesi harika olmuş. "Kolcular beri bakın" ya da "ben seni kız oğlan kız sandımdı" gibi örneklerden anlayacağınız gibi şahane bir çeviri yapılmış. Çağdaş bir dekor ve kostüm üzerine bu tür bir Shakespeare dili uyarlanınca tam seyirlik olmuş. Kaç kez kahkaha attım saymadım.



Seyredip yazamadığım "Karşımda ki Gece" ve "Küçük Şeyler", bilet alıp gidemediğim "Starlet" , yetişemediğim "Derin Sular",  "Liderin Gülüşü", "...Adına", "Makao'yu Son Gördüğümde", "Lucia'dan Sonra", "Yozgat Blues", "The Sapphires", "Kon Tıkı", "45 Ruhu", " 7 kasa"  gibi bir dolu güzel filmle festivali noktaladık .

                                                       Allah seneye yetiştirsin diyorum.

8 Nisan 2013 Pazartesi

Roma'daki Teras


1617 yılında Paris'te doğan gravürcü Meaume hayatı boyunca hep aynı kadını çizer; aynı vücudu, aynı yüzü, aynı salınımı...






Bu kadın Brugges eyaletinin seçilmiş yargıcının kızıdır; uzun boylu, sarışın,hafif kamburumsu. Genç kızın sözlüsüne hiç aldırmadan buluşan çift sonunda yakalanır ve bir şişe kezzapla ödüllendirilir. Olan Heemkers'in çırağı Meaume olur, yüzü kezzaptan mahvolmuş bir şekilde kaçmak zorunda kalır, üstelik sevgilisi de onu terketmiştir. Bu tuhaf kızın gerekçesi de kendisi kadar gariptir: "Çok kötü dövüştün Maume üstelik yüzünde pek çirkin oldu!" Maume düşen artık "diyar diyar dolaşıp zavallı türküsünü başka diyarlara taşımaktır." Bir süre hırsızlık yapar, sokak kadınları ile avunmaya çalışır. Dolaşıp dururken kendini Roma'da bir taraçada bulur. Artık onun hayatı sanatıdır, oymabaskı yaparak yaşayacaktır. Meaume adeta hayvansal bir içgüdü ile yapıyor gravürlerini. Rüzgar yağmur, çamur dinlemeden dolaşıp duruyor, bakıyor,görüyor, gördüklerindenden (ki yaşlandıkça görme yetisini de yitirecektir) boşluk ve karanlıkların ağır bastığı mezzottinto oymabasma gravürler yapıyor.

 İnsanların "bakır ibrikçilerinden, tomrukçulardan, odun kesicilerden" diye tanımlandığı bir çağda. Kitabın Ortasından: Ama,Meaume ciddiyetini bozmadan, cennette de böyle olacağını belirtti. ''Tanrı da onları böyle mi tasarlamış?'' diye sordu Poilly. Bay Meaume ,aynı ciddiyetle yanıtladı: ''Cenneti madde tasarladı.Sonra cennet,yaşamı tasarladı. Sonra yaşam,doğayı tasarladı. Sonra, doğa gelişti ve icat etmekten çok uzaydan getirip tasarladığı değişik biçimlerle kendini gösterdi. Bedenlerimiz doğanın ışıkla denediği bu görüntülerden biridir. '' Grünehagen ekledi: ''Bay Gelle, Bay Meaume'dan şakayla söz ederken: ''Gravürcüler gayriciddi olamazlar.'' diyordu. İtalyanların Alman mizahı dedikleri şeydi bu.'' 

 Kitap adeta kutsal metinlerin sesini hatırlatıyor bize, Meaume ise bir çeşit sanat azizi gibi. Tanrının ya da doğanın işte siz ne diyorsanız onun, sanatsal yeteneği bazı şanslı kişilerin varlığına , öylece zihninin bir yerine yerleştirdiğinin apaçık kanıtı bu kitap.

Ufacıkta olsa değerli bir taş görürseniz tanırsınız, onu elinize alıp bakmak, bir süre tutmak istersiniz. Roma'daki Teras işte öyle mücevher gibi kısacık bir kitap. Ancak etkisi çok kuvvetli. Okumaya başladığınızda metin sizi çarpıyor. 

Bir süre kitabın sesini dinliyorsunuz, tıpkı denizin sesini dinler gibi. Okumanızı çok isterim. Kitabın filmi yapılsa yargıçın kızını lütfen Tilda Swinton oynasın. Tarihsiz güzelliği ile hafif kambur ve müdanasız sevgiliyi ne güzel oynar. 
Önerim budur yani!



                                                         
Tilda Swinton

                                                                                




Bunlar da ilginizi çekebilir:

Related Posts